27 Nisan 2014 Pazar

Bordeaux-Paris



Şarapsız Yemek, Güneşsiz Güne Benzer...

Champs-Elysées


Tarih, sanat, mimari, şarap, yemek, aşk... Bu kelimeleri aynı anda duymak sanırım sadece onu çağrıştırır. Tarihler boyu göz koyulan “büyüsü üstünde ülke”; “FRANSA”.

Champs-Elysées
Yine bir bağ bozumu için çıktık yola. Daha evvel değişik bölgelerin, uzman firmaların bağ bozumuna katılmıştım. Bilincimde oluşturduğum bağ tecrübelerimle şarabın kalbine doğru yol aldık. Beklentim elbette yüksekti fakat Tanrı’nın o topraklara bu kadar cömert davranacağını hesaba katmamıştım.



Sallanır ama Batmaz!

Fransa yolculuğumuz Paris’le başladı. Dünyada her yıl yaklaşık seksen milyon insanın ziyaret ettiği ve birçoğunun Paris için Fransa’ya geldiği gerçeğini göz önüne aldığımda beklentim büyüktü. Bu beklenti ve heyecanla kalacağımız otele girişten sonra kendimi Şanzelize (Champs-Elysées) caddesine attım. Endamı etkileyici. Cadde sonunda duran “Zafer Takı” (Arc de Triomphe) bir gerdanlık gibi sarmıştı koca caddeyi.
Daha evvel bizim Bağdat Caddesi ile kıyaslamaya kalkan arkadaşlarım geldi aklıma. Küçük bir tebessüm etmekten başka bir tepki de gösteremedim açıkçası.

Akşamın huzuru yavaş yavaş çökerken şehri turlamaya devam ettik. Tek başıma olsam kaybolmak isterdim orada. Her caddesi ayrı bir şey anlatan, her sokağından hikâyeler dökülen bir şehir. Hani tatilinizi bir gün uzatsanız romantik olacağınız cinsten, “En güzel aşklar Paris’te yaşanır” sözünü kanıtlar gibi cafeler. Sandalyeler, hep sokak ya da caddeye dönük, bir seyir bir iletişim sormayın gitsin. Herkesin elinde bir kadeh, masalarda karaflar, küçük ve samimi bistrolarda edilen keyifli sohbetler. Yol boyu, asırlık çınarlardan dökülen sonbahar yapraklarının hüznü, aslında gelecek olan Noel’in müjdecisi...

Eiffel Tower

Paris’e gelip üç yüz yıldır şehri gözetleyen o muhteşem yapıya uğramamak olmazdı. “Gustave EIFFEL”in o büyülü şaheserini hayranlıkla izlerken, bir zamanlar hiç istenmeyen ve “demir yığını” olarak tasvir edilen bu esere yılda 15 milyon kişinin çıktığını öğreniyorum. Sadece yukarı çıkanların bu rakamda olması ziyaret rakamını az çok tahmin ettiriyor. Devrim’i nitelendiriyor o, hırsı, 300 kişinin çalışarak yaptığı ve tek bir kişi bile yaralanmadan bitmesinde ki profesyonelliği. Fransızlar ilk başlarda istememiş onu, ne zaman ki Hitler Paris işgalinde tepesine bayrağını çekmiş, o zaman “Bizim Eyfel” olmuş Fransızlar için. Şu an tüm dünyanın bildiği bir simge, yedi harikadan biri, asaleti ve ihtişamından hiçbir şey kaybetmeden güzel Paris’e gözcülük ediyor. O sırada bir seyyar yanaşıyor, elinde “Eiffel” anahtarlıklarıyla. Türk olduğumuzu şıp diye anlayan satıcı, “Gardaş beş tane 3 euro, Galatasaray” diyor. Tebessüm ediyoruz. Ellerimizde muz ve nutellalı kreplerimiz “Sein Nehri” üzerinde bir tura katılıyor ve şehrin tarihi eserlerini tek seferde dıştan görme şansına erişiyoruz. Tekne turunda bir o yana bir bu yana sallanırken Paris’in mottosu olan “Sallanır ama batmaz” sözü aklıma geliyor. Bu şehrin neden bu kadar çok istendiğini güzelliğiyle anlatıyor bana Paris. Hep sallanmış ama hiç batmamış... Geceyi bitirip otele dönüyoruz. Uyumam ve erken kalkmam lazım. Sabah diğer gezi arkadaşlarımla buluşma saatinden önce gitmem gereken çok önemli bir yer var...

Kalk Arkadaş!


Sabahın altısı, otel resepsiyonunda aldım soluğu. Resepsiyonist bayana elimdeki metro haritasını gösterip “Père-Lachaise” mezarlığına nasıl giderim diye sordum. Kız’ın yüzüme umutsuzca bakması gitme isteğimi hiç kırmadı diyebilirim. Biraz uzak olduğunu lakin 3 metro değiştirerek ulaşabileceğimi söyledi. Henüz Paris’te gün aydınlanmamış. Akıllara durgunluk veren yapısı ile Paris metrosu tecrübemi yaşamaya koyuldum. 3 hat değiştirdikten sonra gitmek istediğim mezarlığın kapısındaydım. Mezarlığın açılmasını bekleyip açıldığı gibi girdim içeri. “Ne işin var be adam Paris’te mezarlıkta?” dediğinizi duyar gibiyim. Bahsettiğim mezarlık belki de dünyanın en ünlü mezarlığı. Zira içerisinde “Édith PIAF”, “Oscar WILDE”, “BALZAC”, “George BIZET”, “Jim MORRISON”, “MOLIERE”, “La FONTAINE”, “Sarah BERNHARDT” gibi isimler ebedi istirahatta. Zaten ilgili mezarlık için “Paris’te bu mezarlıkta yatabilmen için ya ünlü olman gerekiyor ya da çok zengin” deniyor. 43 hektar üzerine kurulmuş bu mezarlıkta bulunma sebebim ise “Yılmaz GÜNEY”i ziyaret etmek. Kapıdaki güvenliğe soruyorum mezarın yerini, Fransızca “Türk müsün?” diye soruyor, hemen girişe yakın olan “Yılmaz GÜNEY”in mezarını gösteriyor bana. Yürüyorum çirkin kralın yanına.”Kalk arkadaş” diyorum, “dağlarımız, ovalarımız ve nehirlerimiz hala bizi bekliyor”. Dua ediyorum, biraz konuşuyorum. Çocukluğumun kahramanına veda edip, gezi arkadaşlarımı bekletmemek adına yine düşüyorum yola. Yolda aklıma şu ünlü söz geliyor “Sanatçı olanın Avrupa’da Paris'ten gayrı yurdu olmaz”…

Yılmaz Güney'in Mezarı



Öğlene kadar vaktimiz var. Şanzelize’den “Concorde Meydanı”na yürürken ışıldayan güne eşlik ediyor bize. Neşemiz yerinde. Ufak bir Paris turu yapıyoruz yürüyerek. “Louvre Müzesi”, “Notre Damme”. Mükemmel şaheserler geziyoruz. Güzel bir restoran buluyor ve muhteşem lezzetler tadıyoruz. Artık Paris’e veda vakti, istikamet şarabın kalbinin attığı yer. “Elveda Paris, elveda Işık Şehri”...



Üzüm Üzüme Baka Kararır...

Paris tren garından hareket ettik. 3 saat süren yolculuğumuz neşeli ve güzel. Fransız biralarını tadıyor ve önümüzde şarap dolu 4 güne hazırlık yapıyoruz. Bordeaux’da bizi “Barton Guestier” yetkilileri karşılıyor. Kalacağımız şatoya doğru yola çıkarken ilk defa böyle bir deneyim yaşayacağım için merakım tavan yapıyor. Bundan yaklaşık 300 yıl önce yapılan ve bu gün hala hizmet veren şatoda kalmak ve şarapla ilgili en ciddi tecrübemi yaşayacak olmam beni fazlasıyla heyecanlandırıyor. Şatoya vardıktan sonra “Cheteau Magnol” “Eğitim Müdürü, Bayan Solange GALAN” bizi kapıda karşılıyor. 3 gün boyunca alacağımız eğitimi verecek kişi o. Odalara yerleşme faslından sonra akşam yemeğinde de bize eşlik etti. Bizim bölgemizden sorumlu olan ve defalarca Kıbrıs’ta ağırladığımız “Alexandra VNUKOVSKAYA” Hanım’ın da misafirperverliği ile şarap, üzüm ve peynir dolu 4 güne hazırlanıyoruz. Bu dört günde üzüm üzüme baka baka kararacak ve bizlerde buna doyasıya şahitlik edecektik.
Paris-Bordeaux Hızlı Tren Yolculuğu




İçlerindeki İrlandalı


Şirketin kurucusu 30 yaşında Bordeaux’ya göç eden bir İrlandalı, adı “Thomas BARTON”. Şehirde güven kazanmış, sevilmiş ve kendisine “French Tom” diye hitap edilmeye bile başlanmış. Daha sonraları torunu “Hugh BARTON”, Fransız bir tüccar olan “Daniel GUESTIER” ile ortaklık yapıp şarap serüvenini bu günlere kadar sürdürmüşler. Bu gün 5 kıta, 130 ülkede faaliyet gösteren dev bir ağ olmuşlar. Şirketin tarihi boyutu böyleyken Bordeaux’da bağcılık ve şarapçılık da gelişerek yükseliyor. “French Tom” bu gelişime katkı koyanlardan sadece biri. Daha sonraları iyice gelişiyor bağ ve şarap işi. Napolyon zamanında sınıflandırılmış üzüm bağlarının çeşitliliği. Dikimi ve korunması yönünde yasalar çıkmış. Günümüzde Fransa’da bağcılık hala devlet kontrolünde ve kimseye taviz verilmeden yapılıyor. A.O.C. (Appellation d'Origine Contrôlée) ve IGP (Indication Géographique Protégée) gibi koruma bölgeleriyle sınıf sınıf ayırt ederek kontrol sağlanıyor. “Barton & Guestier” Fransa’daki şarap yetiştirme bölgeleri olan: “Bordeaux”, “Loire Valley”, “Burgundy”, “Beaujolais”, “Rhône Vadisi”, “Languedoc”, “Gascony” ve “Korsika” bölgelerinin farklı ama her bağı özenle toplanan üzümlerin lezzetini bu gün kadehlerle buluşturuyor.
Chateau Magnol




Toprağın Üzüme Olan Aşkı...


Geçirdiğimiz 3 eğitim gününde şaraba dair çok şey öğrendik. Bu bölgenin neden dünyanın en iyisi olduğuna şahitlik ettik. Öyle çok okumakla, ya da şarabı çok iyi bilmekle olmuyor bu şahitlik işi. Bağın kenarına gidip toprağa ayak basmak yetiyor aslında, ya da akşamüstü esen hafif soğuk rüzgârlar anlatıyor zaten size durumu. Bağlar haricinde de toprağın ne derece zengin olduğu diğer bitki örtüsünce gözler önüne seriliyor. Bir Fransız deyişiyle “Terroir” yani toprak, üzümün yetiştirildiği yer ve iklim. Başka bir deyişle “toprağın üzüme olan aşkı”. Bu üçleme mükemmel uyum gösteriyor bu topraklarda. Bazı seneler ise iklimin cömertliği sayesinde en iyi rekolteler alınıyor. Son yılların en revaçta rekoltesi 2010 yılı. Hangi bölge olduğu çok önemli olmaksızın, 2010 bir Fransız bulursanız onu hunharca tüketmeyin, en özelinize saklayın. Hatta benden tavsiye bırakın biraz uyusun, bu yatırımın ödülünü o şişeyi bir kaç yıl sonra açtığınızda alacaksınız. Zira 2010 yılı çok güzel geçmiş.
Chateau Magnol Bağları
Bir bağ emekçisi.. 



Bağ konusunda Fransızlar bizler kadar dertli değil. Üzümü strese sokalım, su kanalı çekelim, bağ ortasına tahıl ekelim gibi uygulamaları yok. Telli terbiyeden başka bir bağda görebileceğiniz 2. şey sadece bağ ve üzüm. Onların derdi başka. Her bir tanesini özenerek nasıl toplarız diye düşünüyorlar, yüzyıllardır dünyaya ispat ettikleri bu alandaki kalitelerini, nasıl daha ileriye götürebilirler, onun derdindeler. Tanrı bu topraklara çok cömert davranmış. Hava, nem, toprak yapısındaki muhteşem zenginlik, hepsi tavan yapmış adeta. Kimi üreticiler özel vakumlu makineler ile bağdan mahsulü alıyor, kimisi tek tek, salkım salkım topluyor üzümünü. Sonuç olarak her bir taneyi inceleyerek tanklara gönderiyorlar. Üst düzey kalitenin bir standart olarak uygulandığı bağlarda durum böyleyken, yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, geçelim asırlık şatolara, bakalım nereleri gezmişiz...
  


                       
Bayan Solange Galan ile..


Şarapsız Yemek, Güneşsiz Güne Benzer...


Her sabah güneşin cömertliğine şahitlik ederek uyandık yeni güne. Şanslıydık, zira Avrupa soğuktan titremeye hazırlık yaparken Bordeaux’da ışıltılarla karşılandık. Bol tereyağlı mis gibi kruvasanlar ile yaptığımız kahvaltı ardından, Bayan SOLANGE’ın engin tecrübesinden sömürmek için geçtik özel tadım ve öğrenim odasına. Ardından 25 yıldır “Château Magnol”un “Executive Chef”liğini yürüten “Fréderic PROUVOYEUR”un nefis lezzetlerini her öğlen ve akşam yemeğinde tattık. Ayrıca bizim için özenle seçtiği peynirleri yerken içtiğimiz “Reserve Merlot”, “B&G Pinot Noir”, “Passeport Châteauneuf-du-Pape”, “Thomas Barton Reserve Graves Blanc”, “B&G Passeport Médoc”, “Thomas Barton Reserve Privée Médoc”, “B&G Passeport Sancerre” ve tabi ki prestijin tavan yaptığı “Château Magnol” gibi “B&G” şaraplarının ikramı ile gönüllerimizde taht kurmaktan öte, damaklarımızda da yer edindiler. Ve bu yazdığım şaraplar içtiğimiz çeşitlerden sadece bir kaçı. Şarap-Yemek dengesine bu denli dikkat edilmesi ve muhteşem seçimleri görünce Fransızların o ünlü atasözü geldi aklıma. “Şarapsız yemek, güneşsiz güne benzer” Lakin biz ne yemekte şarapsız kalmıştık, ne de gün de güneşsiz. Fransa bize konukseverliğini her anlamda gösteriyordu. Kaldığımız her gün birbirinin hemen hemen aynısı fakat lezzet cümbüşü sürekli değişkendi. Değişken olan başka bir şey ise ziyaret ettiğimiz şatolar. Burada dikkatinizi rica ediyorum. Zira Türkiye’de veya dünyanın herhangi bir yerinde bu tarz bir etkinliğe katılsak sadece kendi ürünlerinden tadar, kendi bağlarında gezer, kendi fermantasyonlarına şahitlik ederdik. Bordeaux’da bu iş böyle yürümüyordu. Her öğlen yemeği sonrası bir başka şatoya gönderiliyor, orada bizi karşılayan şato yetkilisi eşliğinde, en ince ayrıntısına kadar üzümün şaraba dönüşmesini izliyorduk. Orada en dikkatimi çeken olay bu oldu açıkçası. Ticari işletme olarak kendi müşteri portföyünü neden bir rakip olan diğer şatoya gönderir ki? “Chateau Kirwan”, “Chateau Haut Bailly” ve “Chateau Margaux” ve “St. Emilion” bölgesinden “Chateau Beausejour Becot” ziyaretine gittiğimiz şatolar. Her birinin bağ sistemleri birbirinin hemen hemen aynısı olmasına rağmen, toplama ve fermente etme, dinlendirme işlemlerinde farklılıklar var. Bu da Fransız şarabının asıl karakterinin ortaya çıkmasında bir faktör olurken, değişik yöntemler ile zenginleşmesini sağlıyor. Şato gezileri tecrübe anlamında çok ciddi artıları bizlere sağlarken, bu insanların işlerinde ne kadar iddialı ve egosuz olduklarını apaçık gözler önüne seriyor. 





Aldığımız eğitim sonunda bizlere hazırlanan bir sürpriz vardı. 1900’lü yıllara ait şaraplar olan ve çok iyi korunan mahzende hazırlanan seromoni ile adımıza düzenlenmiş sertifika ve yine adımıza hazırlanmış ve şişelenmiş “Château Magnol” hediye edildi. Aldığımız eğitimin diploması niteliğindeydi bu. Kusursuz organizasyonun yanı sıra grubumuzun şatoda kaldığı süre içerisinde, kapıdaki Fransız bayrağının yanındaki KKTC bayrağı, serin esen rüzgârlarla dalgalandı. Siyasetin yapamadığını gastronomi yapıyor, bizlere de kenardan gurur ve keyifle izlemek kalıyordu. Böylece son geceye geliyor ve şatonun salonunda kadeh tokuşturmalarıyla keyifli bir geceyle Bordeaux’ya ve “Château Magnol”a veda ediyorduk. Konukseverlikleri için, “Château Magnol” çalışanlarına, “B & G Kıbrıs Distribütörümüz Avşar ve Güliz KUTALMIŞ” çiftine, tüm ekip adına buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.






Şarap bitmek tükenmek bilmeyen bir tecrübedir. Ne kadar tadım yaparsan yap, nasıl bağlarda kendini kaybedersen kaybet bir sonu yok bu işin. Hep üzerine bir şeyler koyarak ilerlemek ve gelişmek. Hayat bu tecrübe için ciddi anlamda kısa ve inanın tadacak çok şarap, gidilecek çok bağ var. Ama gidilmesi görülmesi gereken yer listenizin üst sıralarına kondurun Bordeaux’yu. Orada bir serüven var, doğal, samimi ve aromatik...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder